8 Temmuz 2019 Pazartesi

Şarkılı Film Monteleri

Farkına vardım ki bayadır bir şeyler eklemiyormuşum. Çok da içimden gelmiyo eskisi kadar bir şeyler paylaşmak, neyse boş durmasın. Şarkılı film monteleri olsun buranın adı bir şeyler ekledikçe editlerim. Sondan başa gidecek olursak;


PUNCH-DRUNK-MİYCAM



EDERLEZİ AVELA



TAKE ME BACK HOME

17 Temmuz 2014 Perşembe

Şimdi reklamlar :)

Uzun zamandır bişiler yazmıyodum buraya, yazmak için bahane ararken araya reklam alayım dedim. 2014 Nisan - Haziran arası çalışmaktan zevk aldığım işleri paylaşmak istedim. 


1) İnsan Kent / City of People


Yaşar Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim elemanlarının, medya merkezi çalışanlarının ve Radyo, Televizyon Sinema Bölümü öğrencilerinin ortak çalışmasıyla ortaya çıkan, uzun metrajlı belgesel İnsan Kent, İzmir`in kozmopolit yapısı bağlamında izleyicisine ilginç hayatlar ve hikayeler sunuyor.  Renk düzeltmelerini yaparak, çok küçük de olsa bir katkım olsa da son yıllarda içinde bulunduğum ender güzel projelerden biri. Buradan da fragmanını izleyebilirsiniz. https://vimeo.com/93168679


2) Intermezzo



1930`lar İstanbul`unda bir gece, bir apartman dairesi, dönemin seçkin şair ve ressam taifesi ve üstad Neyzen Tevfik. Çekimlerinde bulunamasam da editör olarak küçük bir katkım olmasından mutluluk duyduğum bir kısafilm Intermezzo. Yönetmen Aylin Ünsal Yılmaz. Teaser için https://vimeo.com/98875448


3) Dogo Store Kurumsal ve Ürün Filmleri

İzmir`li 3000`den fazla tasarımı olan, şeker insanlardan oluşan bir firma Dogo. Çalışması da bir o kadar zevkli bir müşteri idiler kendileri. 
Kamera, kurgu, ışık, renk düzeltme bende idi yine bütçesizlikten :/ . Ama enerjileri yüksek insanlar olduğu için bu dezavantajı pek yansıtmadık sanırsam.

Dogo Kurumsal Film
















Dogo Ürün Filmi 



















4) StraightForward Canlı Akustik Şarkılar

Eskişehir`den dostlarım Didem ve Selim ile yıllar sonra İzmir`de denk geldik. E şarkılar var hadi boş boş duracağımıza bişeyler yapalım gazıyla iki şarkıyı onlar çaldılar aynı anda ses ve video ile kayıt altına aldık. Ne de güzel oldu. 


Belki Değil


















Deli Gömleği

















Enjoy :)

7 Temmuz 2013 Pazar

Akrebin Gözleri


Binlerce yıllık insanoğlu yaşanmışlığının, irfanının birikimidir sanat. 300 yıl önce bir tasvir yapar sanatçı, 300 sene sonra sen hayatından parçaları tek tek ellerinle toplarsın o eserden. Bu yüzdendir zalimlerin sanattan kaçışı, bu büyük irfandan uzak durmasını isterler yönettiklerinin.

Son günlerde o kadar çok hayatımızda ki akrepler, tomanın küçük şeytan kardeşi. Dün yine -arkadaşlarımızı akrebe aldılar mesajı gördükten sonra facebook üzerinde, istemsizce dilime dolandı şarkı. Sözlerine tekrar kulak kabarttığımda ise faşist iktidarın, polis devletinin günümüzde yansımasının tasviri üzerine yazılmış gibi sanki tüm şarkı. Of ki of. Halkının yanında değil de, belirli bir zümrenin koruyuculuğuna soyunan kolluk kuvvetlerine Erkin Baba`dan bir ayar niteliğinde bundan sonra benim için bu şarkı. Dedik ya sanat böyledir işte.
Erkin koray öyle bir zalim tasviri, kin dolu, intikam peşinde olan bir karakter üzerinden anlatmış ki şarkıyı gel de sokakla, geziyle bağdaştırma arkadaş. Önce nefes aldırmayan, intikamı için fırsat kollayan akrebi tasvir etmiş, anlatıcı olarak olayın vahametinin altını çizmiş, ardından insanın olduğu yerde umudun hep olacağından, hiç bir intikamcıdan korkmadığının, kendisinin de gözlerinin akrebin üzerinde olduğunu belirtmiş. Bir nevi akıllı ol ayağını denk al bundan sonra demiş Erkin Baba.


Şarkının son dörtlüğünde anlaşılacağı üzere Akrebin Gözleri`nin aslında zaman olduğunu, zalim acımasız ve intikamcının aslında hayat olduğunu anlatır bu şarkıda Erkin Koray, ancak günümüzde zamandan ve hayattan daha acımasız, daha intikamcı yönetenler ve daha da acısı yönetilenler olması. Üstüne bir acı daha bizim de bunlarla aynı toplumda yaşama zorunluluğunun dayatılması. Hepimiz için sabır dilemekten başka birşey gelmiyor elimden.

Buyrunuz şarkı;


Buyrunuz sözleri;
akrebin gözleri her an üstümde sanki
akrebin gözleri öyle yaman ki
öylece bakıyor hiç göz kırpmadan
bekliyor beni kımıldamadan

bekliyor beni kımıldamadan
akrebin gözleri akrebin akrep

hainlikle dolu boşalan bakışları
sanki bitmez bir kin, nefret soluyor
yavaş yavaş yandan yaklaşışları
belli ki küçük bir fırsat kolluyor

sen oradasın, ben buradayım
sanma ki ben korkulardayım
bundan böyle ben kuşkulardayım
akrebin gözleri akrebin akrep

akrebin gözleri zaman böyle geçerken
bekleme boşuna bekleme beni
bir yerlerden gelip bir de giderken
var olmak yok olmak ne farkeder ki


22 Mart 2013 Cuma

Delta Machine: 35 yıllık kariyerin belkide en vasat albümü

(Selamlar hemen belirteyim, bu yazıyı yazdığım sırada Delta Machine henüz yeni çıkmış, 3 gündür dinleyicilerin beğenisine sunulmuştu. Bunu belirtme ihtiyacımın nedeni 3 günün bir devotee için yeterli süre olması diyebilirim. Keza 3 gün içerisinde albüm toplamda 8 defa döndü bazı şarkılar 15 ila 20 kez dinlenme sayısına ulaştı şimdiden.)


Bilindiği üzere grup son üç albümde produktör olarak Ben Hillier`le çalışıyor, Playing the Angel bana göre gerek şarkıları, gerek düzenlemeleri ile dinleyiciye daha önceki işlerden bi nebze farklılık sunan bi albümdü. Keza kemikleşmiş Depeche Mode dinleyicisi Devotee`lardan geçer not almış bir albüm. (Kişisel bi best of yap deseniz tüm şarkılar arasında bu albümden bi Dave Gahan bestesi olan Nothing`s Imposible kesin girer ilk 10`a. Ki çok kişi buna katılmasa da benim için 2001 çıkışlı Exiter`dan daha önde bi albümdür Playing the Angel.)



2009 çıkışlı Sounds of the Universe ise Alan Wilder sonrası dönemde en çok eleştiri alan Depeche Mode albümü oldu(Delta Machine`e kadar). Martin L. Gore`un kişisel müzik beğenisini rock sounddan elektroniğe kaydırması, bununla da kalmayıp albümün tamamında 20-30 yıllık analog synthesizerlar kullanması albüm öncesi devoteeleri yoğun derecede heyecanlandırsa da, aynı müzik aletlerini en son Alan Wilder döneminde dinleyen kitle albüm sonrası büyük hayal kırıklığına uğradı. Keza Sound of the Universe sound olarak hiç bir Alan Wilder dönemi albümünü yakalayamadı ve Alan Wilder dönemi sonrası en büyük eleştiriyi aldı dinleyicisinden.



Gelelim Delta Machine`e. Sanırım grup elemanları tüm bu eleştirileri de gözönünde bulundurup, Delta Machine kadrosuna süpriz bir isim kattılar. Delta Machine albümünün mixlerini bence kendi kişisel tarihlerinin en iyi iki albümü olan Violator ve Songs of Faith and Devotion albümlerinde Alan Wilder`la birlikte ortak produktörlüğü üstlenen Flood`a yaptırdılar. Keza bu Depeche Mode`u yakından takip edenler için gerçekten bir süpriz oldu. Bilindiği üzere sonucu Alan Wilder`ın ayrılmasına kadar varan Songs of Faith and Devotion  albümün kayıtları baya sorunlu geçmiş, Dave Gahan`ın uyuşturucu problemleri üzerine Martin L. Gore ve Alan Wilder arasında ki gerginlik grubun en sancılı kayıtlarını getirmiş. Sonuç müzik tarihinin belki de en iyi albümlerinden biri olmasına rağmen grup üzerinde derin bir yara açmıştı ve o tarihten beri beri grup Flood ile birlikte  çalışmamıştı.(2001 yılında Exiter albümünden Free Love için yaptığı mixi saymazsak). Flood gibi önemli bir produktörü ki hele hele Depeche Mode için çok daha önemli bir produktörü kadroda görmek kemik dinleyici için yine çok büyük heyecan yaratmakla birlikte albüm sonrası belki de hayal kırıklığını iki katı arttıran bir beklenti yaratmasına yardımcı oldu. Kadroda Flood`un olması da fayda etmemiş olacak ki; neredeyse aynı ses bankası kullanmışcasına Sound of the Universe ile Delta Machine arasında ki benzerlik büyük rahatsızlık yaratmakla birlikte büyük hayal kırıklığını da beraberinde getirmiş oldu. Depeche Mode ne yazık ki daha önce hiç yapmadığı bir şekilde; yeni albüm için yeni sound arama zahmetine girmemiş... Neredeyse 35 yıla varan kariyerde hep yeniyi denemiş olan grup ilk defa neredeyse bir önceki albümün aynısı bir soundla albüm yayınladı. Bu bir Devotee için gerçekten ama gerçekten büyük hayal kırıklığı. Delta Machine ile ilgili kişisel hayal kırıklıklarımdan bahsedecek olursam, albümde vasatın üstü şarkı olmaması, bana göre bu da bir ilk bir Depeche Mode albümü için; Heaven, Broken ve Should Be Higher dışında elle tutulur pek parça olmamakla birlikte iddia ediyorum bazıları, tarihin en kötü Depeche Mode şarkıları olabilir diye düşünüyorum. (şimdi şarkı ismi verip rencide etmeyim sevenleri ama hangileri olduğunu az çok tahmin etmişsinizdir diye düşünüyorum :) kapa parantez). Bu albümle ilgili ikinci hayal kırıklığım ise ilk defa bir Depeche Mode albümünden bir şarkı düzenlemesi canlı versiyonuna göre zayıf kalmış. Evet genelde Depeche Mode canlı performansı üst düzeyde tutan bir gruptur ama en büyük alengiri stüdyoda çevirmeyi sever. Mesela Should Be Higher`ın canlı versiyonunu dinledikten sonra , albümde iyice yardırılmış bir düzenleme bekledim doğal olarak, ama ne yazık ki ilk defa albüm düzenlemesi bana tatmin edici gelmedi.



Uzun lafın kısası son üç albümde produktör olarak Ben Hillier ile çalışan Depeche Mode için kişisel görüşüm grupla ve büyük ölçüde Martin L. Gore ile gerektiği zaman çarpışabilecek bir prodüktörün eksikliğinin hissediliyor olması. Bunu daha önce Flood ile beraber yıpranma pahasına yapan Alan Wilder`in geri dönmesi tabi ki şu an imkansız gibi gözükse de içimden bir ses bu mucizenin uzakta olmadığını fısıldıyor( bakınız: Ahmet Çakar tarzı önermede bulunmak). Eğer o mucize gerçekleşmezse bir sonraki albümde prodüktör değişimine ihtiyacı var grubun diye düşünüyorum. Hatta bir adım ileri taşıyarak o koltukta Danger Mouse`u görmek istediğimi burdan açık ve net olarak belirtiyorum. Nedense düzenlemelerini Depeche Mode`a çok yakıştırıyorum, hatta şu sıra u2 ile albüm kaydediyomuş Dave Gahan ve Bono`nun kankalığı belki de bu olasılığı arttırır. Son olarak  abi bu Andy Fletcher ne iş yapar arkadaş bi kişi çıksın anlatsın dinlemeye hazırım :) 

Oha bu arada ne çok keza ve zira kullanmışım arkadaş... Sürçilisan ettiysem affola...

Son olarak zahmet edip okuduğun için sana ayrıca teşekkürler ediyorum. Enjoy.

Colorizing


Bu ara can sıkıntısından feci şekilde renklendirmeye sardım, mouse ile uygulaması biraz zor ve hatalara açık olsa da zevkli bi meşgale :P

photographic pictures


3 Mart 2013 Pazar

Ben Jack`in 30 yaş bunalımıyım...


20`li yaşlarında kitaplarda, filmlerde veyahut etrafında; öyle olmaya özendiğin doğru olduğuna inandığın tüm değerlerin altüst olduğuna şahit olunan yaş benim 30`uma denk geliyor.  Ne garip ki aynı 30 yaş birçokları için "hayatın tadını çıkardığım yaş”  gibisinden şeyleri söylemek için yarıştığı, yarışacağı aralığa denk gelse de; hayatın basit, beş para etmez bir yarış olduğunu 30'uma gelince anladım. Vurabildiği noktaya yumruk atmak için yarışan insanlar, sokaktan iş yerine kadar egoizmin doruklarında, karşısındakine laf sokmak onların zayıflığını kollarken bir yandan da hayatın güzelliklerinden tat almaktan dem vurmak, yani yeni nesil insan olmak bir güzellik ise; bu bana güzel gelmiyor. Mutsuzluktan başka birşey getirmiyor hatta.
Peki bu mutsuzluğun sebebi sadece yaşanılan tabiat olabilir mi? Tabi ki olamaz.  Daha önce varolmayan arızalar, komplekslerin patlaması. kıskançlık, haset, insanlardan nefret etmek, onlara duyduğun güven hissinin kaybolması, hiçbir şeye katlanamamak, kaçmak, surat görmeden selam duymadan kaçmak. Tüm bunların aynı zaman dilimine denk gelmesi işte mutsuzluk. Merhaba ben Jack`in hiç bir yere yollayamadığı depresyonuyum!
Genellikle 30 yaşına geldikten sonra, sosyal yaşamda başarısız bir insanın gerçek hayatta da başarısız olduğuna şahit oluruz. Bu arada erkekler adına konuşuyorum zira bilemeyeceğim için 30 yaşında bir kadının genel özelliklerini, onları bağlamıyor bütün bu söylediklerim. Neyse başarı diyorduk; başarı da 30 yaşının kalitesini belirleyen bir unsur. Yani sen ne yaparsan yap, maddi eksiklikler üzerinden başarısız bir insan olduğun için yargılanıyorsun. Araban yoksa, birikimin yoksa, bir defa ortalama insanların hepsinin gözünde daha değersiz bir yere oturtuluyorsun. Ortalama insandan kastım da okumuş, üniversite mezunu adamlar/kadınlar sözde. Çoğunluğu da geri kalmış bir kültürün içinde başkalarının sırtına çıkarak ve yarışarak mutlu olmaya çalışan karaktersiz, kötü niyetli insanlar... 30 yaşına geldiğinde, gençliğin laneti üzerine çöküyor. Kadınlarla ilişki, bir adamın başarılarının en önemli bileşenlerinden biridir mesela. Sen karakterli biri olsan da olmasan da, zekandan bağımsız olarak sosyal becerilerin ve sosyal yaşamın her şeyin üzerine çıkıyor. İşte bu nokta da bu kriterlere bağımlı başarısızlığın belasını kabullenme ya da intihar etme, en azından bir süreç olarak ölüm, bu yaşlarda haftada 3-4 defa görülen garip rüyalar olarak tezahür eder. Yine belirteyim ki tüm bunlar gençliğini de yalnız yaşayarak tek başına ayakta duran erkek ademoğlu gözönüne bulunarak yazılmıştır. Çünkü tecrübeler şunu gösteriyor, 30 yaşına kadar ailesiyle yaşayan insanlar aslında bir şekilde insan içinde olmanın yarattığı süspansiyon etkisiyle sakinleşebiliyor. Fakat uzunca bir süredir yalnız bir evde, götiçi kadar bir yerde yaşayan bir insan için algının bozulmaması mümkün değil. Sonuçta düşünsene, canın sıkılıyor, evde boş saatlerini uğraşlara vererek, müzik dinleyerek, film izleyerek  ya da bir şeyler okuyarak geçiriyorsun ama yine de boş vaktin var. İnternettesin, facebook, twitter, ekşisözlük, haber ve meteoroloji sitelerine bakmak rutin bir hale dönüşüyor. Yozlaşmaya dışarıdan bakabiliyorsun, ya da onlar normal kalmışken sen yozlaşmışsın bu da bi bakış açısı ama sonuçta onlardan bir yerden sonra ayrıldığın bir yerdesin. İnsanların hayvani bir güdüyle  birbirlerini mizahla karışık bir aşağılama noktasında tanımladığı ya da nispet maksatlı facebook'a konan aptal fotorafların bu bilince etkisi var. En nihayetinde "ne yapıyorum lan, ben neredeyim" sorusunun cevabı, mide kanseri olmaya, hiç olmadı ülser hadi bilemedin gastrit olmaya yetecektir (ben Jack`in yıllardır delinen gastrit hastası midesiyim).
Velhasıl; kadınsız geçen bir yaşam, başarısız bir iş dönemi, mutsuzluk ve yalnızlık, fakat bunların hiçbirisi az sonra yazacaklarım kadar yoğun bir negatif elektriğe, etkiye sahip değil. 30 yaşına gelince insan; insana olan güvenini yitirebiliyor. Çünkü inandığın etiğin aslında ne kadar azınlık bir kesime hitap ettiğini, çok az sayıda bir kesim için anlamlı olup geri kalan için anlamsız olduğunu anlıyorsun. Bu koyuyor insana, yani herkesin kendini kanıtlamak için yarıştığı, insanların beraber olduğu kadınlardan "kaşar" diye bahsedip hafif de abartarak hikayelere dönüştürdüğünü görmek, herkesin "en iyisini ben bilirim" havalarında, bir kadife ceket, kalın kemikli gözlük, iki amerikan filmi karakteri tribi ile kendini adam sandığını anlamak, adamlığın toplumun çok küçük bir kısmı tarafından sindirildiğini idrak etmek ve aşık olduğun kadınların da işte bu adamları seçip, bu adamlarla çiftleşip sonucunda yuva kurduğunu düşünmek, insana "nasıl iğrenç bir toplumun içinde hapis yaşıyorum" sorusunu sormaya itiyor. Bir de mutsuzluğun, yalnızlığın içinde, insanların senden evlilik beklentisiyle konuşması, sen daha hiç yaşamadan insanların senden bir yaşam beklemesi, pehh yapmayın ama... Konuştuğun kadınların sana saf bir gözle değil, seni en kısa sürede analiz ederek sana paha biçmesi, para, araba, geçmiş kadınlar, çapkınlık, iş hayatı, gelecek vadetmesi gibi iğrenç kriterlere göre adam yerine koymaları ya da koymamaları. Bütün bunlar insanda derin sosyolojik ve psikolojik arızalar ve bir ton kompleks yaratıyor. Bunlar gerçekten yapayalnız, dokunmadan, sevmeden yani hayattan hiç beslenmeden katlanılamayacak şeyler. Ben katlanamıyorum. O yüzden son kalan seçenek yaşama sıfırdan başlamak ve bu ıstıraba son vermek gibi gözüküyo. Zaten topluluğa göre oyundışındasın, o halde buralarda kalıp, mutsuzluk ve kıskançlıkla, hasede dönüşmüş hastalıklı düşüncelerle daha fazla kendini aşağılattırmanın ne manası var. En nihayetinde 10 senede herhangibir Dostoyevski romanının iğrenç bir şarlatanına dönüşme riskin var. Gerçi insanlığın “i”sinin okunmadığı dönemde de kimin ne olduğunun ne ne önemi varsa... Merhaba ben Jack`in nurtopu gibi 30 yaş kriziyim...

2 Şubat 2013 Cumartesi

El Sistema


El Sistema... Öncelikle ilk defa duyanlar için özet geçmek gerekirse;  Venezüela devletinin 1975 yılından beri uyguladığı,“Venezüela ulusal genç ve çocuk orkestraları ağı” olarak adlandırılan bir devlet politikası. Bir ekonomist ve müzisyen olan Jose Antonio Abreu`nun tohumlarını attığı, geliştirdiği ve sürekli gelişmekte olan bir sistem. Merkezinde müzik ve çocuklar var. Devlet politikası olarak, tüm masrafları (müzik aletleri, yemek vs. dahil) Venezüela devletine ait olmakla birlikte “gönüllü” çocuklara anaokulundan itibaren klasik müzik eğitimi veriliyor ve bunlardan her yaş grubunda orkestralar kuruluyor. Yüzde 70 ila 90`ı fakir ailelerin çocuklarının oluşturduğu sistem temel olarak müzik eğitimini hedefliyor gibi görünse de, sonuçları hiç de öyle değil. Yılda 350000 çocuğun ve gencin aktif olarak içinde bulunduğu El Sistema Venezüela`nın genç nesilini küçük yaşta “işleyerek” suçtan uzak tutuyor,  inanılmaz bir klasik müzik eğitiminin yanında bunun getirileri olarak, analitik düşünme yeteneği, ekip olarak çalışabilme yetisi , sosyal ve kendine güveni olan, yani mental olarak sağlıklı bir nesil yetiştiriyor.  

El Sistema`nın tüm bu mental açıdan sağlıklı genç nesil amacının bir meyvesi daha var.  “Simon Bolivar Symphony Orchestra” . Ulusal genç ve çocuk orkestralarından mezun olan yetenekli çocuklar da Venezüela halk kahramanı Simon Bolivar`dan adını alan dünyaca ünlü Simon Bolivar Senfoni Orkestrasına yükseliyor. Orkestranın şefliğini, yine bir El Sistema meyvesi olan dünyaca ünlü şef Gustavo Dudamel yapıyor.  El Sistema, Jose Antonio Abreu, Simon Bolivar Symphony Orchestra ve  Gustavo Dudamel ile ilgili daha fazla bilgi için buyrun wiki sayfası

2011 yılında İksv  gerçekten büyük iş yaptı ve El Sistema - Simon Bolivar Senfoni Orkestrasını İstanbul`a getirdi. İksv için hazırladığım bu videoda, 13 dakika içinde El Sistemayı anlatmaya çalıştık. Anaokulu seviyesinde, önce maket enstrümanlarla müzik aletlerini tutmayı öğrenen çocuklardan, yaş grupları ilerledikçe kurulan orkestralara ve gösterdikleri gelişimi gözlemleyebildiğimiz içerikte, son olarak da El Sistema`nın en güzel meyvesi Simon Bolivar Senfoni Orkestrasını izleyecez. Özet geç derseniz size ne kadar fakir de olsalar dünyaya güzel çocuklar ve gelecekler yetiştiren Venezüelaya imrenmemek elde değil derim.

Son olarak da ülkemizde buna benzer bir çalışma olduğunu biliyorum, tamamiyle gönüllülerden oluşan bir ekip ve “Ak” olmayan bir belediye ile ortaklaşa sıfır bütçe ile seçtikleri plot bölgede el yordamı ile birşeyler yapmaya, kendi El Sistemamızı yaratmaya çalışıyorlar. Şu an için bir çırpıda sayabileceğiniz öğrenci sayısı, umarım bir gün bizim ülkemizde de yüzbinlere ulaşır diyor ve mektubumu sonlandırıyorum efenim. Hepimize bol müzikli saatler. Viva Venezüela, Viva Chàvez ulan! Haha şimdi tekrar okudum da ne çok meyve demişim arkadaş. :) Sürç-i Lisan ettiysek affola, gerçi Tdk sürçülisan olarak yazılmasını öneriyomuş. Peh :) Neyse hadi görüşürüz. Enjoy... 

23 Ocak 2013 Çarşamba

Ederlezi Avela


"işte geldi, anne,
bir kara tren.

işte geldi, anne,
bir kara sabah."

Kusturica; modern, rasyonel bir düzenli hayat yerine kaotik yani düzensiz bir belirsizliği, hayatın bir şenlik olarak yaşanmasını, doğadan kopmamış bir hayata duyulan özlemin temsilcisi olarak Çingenlerin yaşamını, toplulukçu-dayanışmacı değerleri karnavallaşmış bir anlatım üslubu ile seyirciye sunar. Savaşın, şiddetin, milliyetçiliğin, dinlerin ve ideolojilerin saçmalığını sürekli olarak öne çıkartır. Slav halklarının yerel kültürünü modernist bir tarzda gözler önüne sererken, genellikle tipik özellikleri öne çıkan ayyaş, üçkağıtçı, hırsız, madrabaz, deli, saf, buna karşılık tezat şekilde de son derece gelişkin insancıl özelliklere sahip ama hepsi de modern toplumun meşruluk sınırları dışında yaşayan gülünç karakterler kullanır öykülerinde. Aslında biraz Chaplin`in Şarlo`su, biraz Kemal Sunal`ın Şaban`ı gibidir karakterleri bana göre. Toplumun iyi ve kötü olarak ayrıştırdığı özelliklerini barındırır içinde. Gerçi bu sıraladığım film dili yüzünden Zizek tarafından ağır bir şekilde eleştirilip, paparalanmıştır. Zizek;
"bence Emir Kusturica, Batı'ya Balkanlarda görmek istediği şeyi gösterdi. İnsanların seviştiği, sürekli kafa çekip sızdığı delirmiş bir coğrafya. Bu Batı'nın Balkan miti işte. Kusturica, sert, harbi bir balkan erkeği rolü oynuyor. Ama bence batı dünyasının şaklabanı o. Batı dünyasının Yugoslavya'da olanları yanlış anlamasına katkıda bulundu."  cümlelerini kurmuş Kusturica için. Her ne kadar kişisel olarak; hele ki son on yılda daha önce anlattığı tüm hikayelere ters düşercesine siyasi bağlamda tezat oluştururcasına çark eden Kusturica hakkında Zizek`e katıldığım noktalar olsa da, bir film anlatıcısı olarak Kusturica ve özellikle de Çingeneler Zamanı benim için çok özel bir yere sahip.

Bu videoda kullandığım parça filmde önemli bir yere sahip olmasına rağmen orjinal soundtrack`te bulunmayan bir şarkı. Ederlezi Avela. Bir Yugoslavya halk şarkısı, Alo Mange Liloro olarak da biliniyor. Filmin önemli iki sahnesinde duyuyoruz bu şarkıyı, Perhan ve kardeşi İtalya`ya tedavi için yola koyulduklarında büyük annelerinden (Khaditza) ayrılırken ve ikinci olarak tabi ki filmin en etkileyici ve meşhur sahnelerinden biri olan meyhane sahnesinde. Bu sahne genel olarak filmin küçük bir projeksiyonu gibi bi bakıma, müziğin acının bir tezahürü olarak karşımıza çıkması, filmin geneline de özenle serpilmiş bir anlatım.
Neyse kısa kes diyorsunuzdur yavaş yavaş. Özet geçecek olursam; çok sevdiğim bir yönetmenin, çok sevdiğim bir filminin, en çok sevdiğim sahnesini iskelet olarak aldığım bir  kolaj bir tribute video izleyeceksiniz efenim. Filmi izlemeyenler için bir takım ,ekşici piç ifadesiyle, spoilerlar içerebilir. Dikkatinize!!!!.

Ayrıca hayatlarını kaybeden ana karakter Perhan`ı oynayan Davor Dujmovic, büyükanne Kaditza`yı oynayan Ljubica Adzovic(ki kendisi filmin çekildiği köyün sakinlerinden ve profesyonel oyuncu olmamasına rağmen inanmaz bir performans sergilemiş ve Kusturica tarafından Çingeneler Zamanı filminden 10 yıl sonra Kara Kedi Ak Kedi filminde de başrol verilmiştir) ve benim de 2007 yılında beraber çalışma şansı bulduğum, bu kadar gerçeküstü öğeler taşıyan filmin bu kadar gerçekçi bir anlatıma sahip olmasında yarattığı atmosfer ile büyük emeği geçen görüntü yönetmeni Vilko Filac için de bu satırları yazdığım sırada kadehimi kaldırmak istiyorum. Toprakları bol olsun... Umarım şarkıda da dediği gibi hepimizi bir kara tren ve sevenlerimizi bir kara sabahın beklediği yerde huzurludurlar.



24 Mart 2012 Cumartesi

Gadir

90`ların başı. Kastamonu, Gazi Stadyumu. 3. ligin gediklisi Kastamonuspor ev sahibi takımdır. Takım kaptanı 40`larına merdiven dayamış Kadir`dir. Kadir, artık geçim sıkıntısı mıdır yoksa futbol aşkından mıdır, Renault servisinde çalışmasına rağmen bi yandan da memleketinin takımında top koşturmaktadır. Şimdi nasıldır hiç bilmiyorum ama çocukken bile 3. lig ve Kastamonuspor için rahatlıkla dünyanın en zevksiz futbolunun oynandığı lig ve takımlar diyebilirdim. Neyse konuyu dağıtmadan, yine zevksiz bir maçın sonlarına doğru Kastamonu, kaptan Kadir`in de yardımıyla 5 farkla öndedir. Hiç bir zaman nasıl atak yapılıp nasıl atıldığını hatırlayamayacağım 5 tane gol.. Maçın sonlarına doğru emektar kaptan Kadir, orta çizgi yakınlarında topu kapmış, sol kanattan yardırarak çalımlarla ilerlemekte, iki veya üç sıra önümüzdeki bir adam da - hadi oğlum Gadir, yürü oğlum Gadir! diyerekten bağırmaktadır. Adam kaptan Kadirin her çalımında daha da coşmakta ve yürekten bağırmakta, taraftar olarak bizlerde heyecanlanmaktayken, korner direğine doğru iyice yaklaşan Kadir inanılmaz kötü bir ortayla topu outa göndermiştir. Paralel kurguda Kadir topla ilerlerken adam - yürü oğlum gadir, hadi aslanım gadir, yürü lan gadir! kadir topu dışarı atar, tüm tribün susmuştur; adam sessizliği yırtarcasına -anayn amına goyim gadir..
Bu hikayeyi ilk anlattığım arkadaşım olm gadiriz lan biz dedi.. Biz tam bir Gadiriz!!.. Hatta daha sonra başka bi arkadaşa daha anlatmış o da` -ben de Gadir`im demiş.. biz garip bi şekilde üç arkadaş o günden beri isimlerimizle çağırmamaya başlayıp, bir birimize -Gadirim nasılsın, -iyiyim gadirim diye hitap etmeye başladık.. yaklaşık 10 yıl oldu ve ben ilk başladığımızda bu geyiği çok sorgulamamıştım.. Ulan şimdi bakıyorum da harbiden Gadiriz lan biz.. Kaybetmenin zevkini almak, o topu auta da atsan o top için 90. dakikada depar atmak, sadece sahada durmanın bile yeterli olduğu, sevdiğin insanlarla sevdiğin işi yapmak lan Gadirlik..
Hee şunu da bil, saha dışından küfreden, işler iyi giderken destekleyen, güce tapan diilsen sende bi Gadir`sin.. Sadece haberin yok :)

Enjoy...

4 Mart 2012 Pazar

Diskotek

şöyle bir yazıda bahsi geçmiş.. hoşuma gitmedi desem yalan olur..




Panik - Diskotek


Projeye ilk başladığımızda, produksiyon planlamasını yaparken az da olsa türk müzik piyasası için normal sayılabilecek bir bütçemiz olduğunu düşünüyorduk. (yada yayıncı şirketin vaadettiği rakam desek daha doğru) Ve tüm planlamamızı ve ön hazırlığımızı(senaryo,ekip,ekipman) bunun üzerine şekillendirmiştik. Ancak çekimlere çok az bir süre kala bahsedilen bu "az da olsa" bütçenin karşılanamayacağı haberi üzerine, son anda senaryoyu değiştirip, parasızlıktan piç olacağına bırakalım kitsch olsun düsturunu edinerek,sıfıra yakın bir bütçe ve ekipman olarak bir kamera ve 500wtlık iki ampül ile gerçekleştirdiğimiz bu işe girişme kararı aldık.
Tema olarak kullandığımız "Atla Gel Şaban" komedisinin; şarkının da teması olan "tam gaz ilerleyen ancak hiç bir yere gitmeyen" türk müzik piyasası eleştirisi ile taban tabana örtüşmesi de, her ne kadar izleyiciyi ve bizi görsel olarak tatmin edememiş olsa da, videonun kendi adıma en önemli öğesiydi.
Vay arkadaş ne formal bi dil kullanırmışım.. Her neyse bu sayfanın kişisel bir blog olmasının nimetlerinden yararlanarak buradan; cekildiğinden yıllar sonra bile, tüm olanaksızlıklara rağmen, karşıma hep olumlu eleştirilerle çıkan bu iş için başta projenin en başından itibaren yardımcı olan dostlara, çekim günü tüm imkansızlıklara rağmen sabırla çalışan konuk oyunculara ve bu güzel şarkı için çalışma imkanı sağlayan Panik grubuna teşekkür ederim..
Bu arada "olm ne oluyo ya bugun şu tarzı bi oturtamamışsın bi formal bi sevgi kelebegi olmuşsun" demeyin a dostlar.. rejimdeyim acım a dostlar :)
poşet dolusu sevgiler..



14 Ocak 2012 Cumartesi

Bitti kalem doldu defter, bu alemde kral Lefter!!

1997 veya 1998 yaz tatilinin sonları, bi yandan ligler yeni başlamış, öbür yandan tatile gidenler dönmüş, oturduğumuz lojmanın çocukları tekrar takımı kurmuşuz.. tabi diğer mahallelerde aynı şekilde.. başka bi değişle mahalle maçlarının şampiyonlar ligi dönemi... anne ve baba; bi aile dostunun işleri ve ricası üzerine -çocuklar önümüzdeki hafta istanbula, büyükadaya gidiyoruz haberiniz olsun derler.13 ve 11 yaşında iki kardeş, o sıralar hayattan tek beklentileri top oynamak haytalık, yani anlıyacağınız istanbul ve büyükada fikri pek prim yapmadı ikimizde de
-naapıcaz ya biz büyükadada?
-denize falan da girilmiyodur zaten..
-biz gelmesek?
bi hafta boyunca kendimizce çift taraflı baskı yapıyoruz gitmemek için.. babam en son dayanamıyor ve -oğlum lefter var büyükadada, onu görürsünüz lafını ağzından kaçırıveriyor.. aynı anda sevinçle -o baaaaaa!!. o iki gün geçmiyor.. lefteri görücez ya bundan ötesi varmı?!.. hayır sanki Lefter de büyükada iskelesinde bizi bekliyo, çocuk aklı işte. istanbula gidiliyor, bostancıda aile dostlarıyla buluşulup ada vapuruna biniliyor, bu arada kodak fırt fırt elle sarmalı bi fotograf makinesi var filmler alınmış başlıyoruz iki bilader adavapurunda birbirimizi çekmeye, bitmiyor o  yol.. kalpler pır pır.. -baba lefterle fotograf çekilecez dimi? -imza alır mıyız? adaya yaklaştıkça peder beyi darlama oranımız artıyor.. -oğlum belki göremeyiz lefteri.. diyecek gibi oluyor.. diyemiyor.. belki hevesimizi kırmak istemiyor.. belki de vapurda olay çıkarmamızdan korkuyor eheh:) adaya iniyoruz, iki kardeş çok iyi biliyoruz lefterin simasını, meydan larusta bile var lan lefter bilinmez olur mu koca ordinaryus.. iskeleden iner inmez her kır saçlının yüzüne bakıyoruz.. ulan turist kaynıyo o mevsim ada.. her yer emekli ingilizi almanı turist dolu.. nası bulucaz.. adalı olmamasına rağmen aile dostumuz kahvelere bakın çocuklar diyor, kahvede takılır lefter.. oooo bu süper tiyo.. yoldan geçenlere diil sağlı sollu oturanlar artık hedef kitle.. çok değil ya.. 10 dakika ya geziniyoruz ya gezinmiyoruz.. iki bilader aynı anda -Babaaaaa!!!! LEFTER!!! Orda işte!! Üçümüzün de hasta Fenerli olmasının nedeni belki de Lefter.. Köşede bi cafede arkadaşlarıyla muabbette.. İki velet adaya inmemizin 10. dakikasında bulmuşuz Lefter`i  yanına gitmeden bırakır mıyız?.. Da...Babam da bi an duraksadı :) heh.. İki çocuk babamı belkide ilk defa heyecanlanmış görüyoruz.. Çocukluk kahramanı orada  duruyor adamın yaw. Ikına sıkına yanına gidiyoruz Ordinaryusun.. Rüya gibi ya, Lefterin yanındayız.. Babamın sesi titriyor.. Rüya gibi.. Konuşulanlardan bi tek Lefterin -Hadi çocuklar gelin bu tarafa dediğini hatırlıyorum. Fotograf çekilecez.. Biz hala rüyadayız.. Sağlı sollu yanına oturturuyor.. Ellerini omuzlarımıza atıyor.. Babam çekiyorum bile demeden o heyecanla basıyor deklanşöre.. Fotoğraf çekimi bitti yavaş yavaş uyanıyoruz rüyadan.. Babam bizden önce kendine gelmiş gibi. -Ne olacak fenerin bu hali muabbetine girişiliyor..Fenerin kayıp yılları malum  -Kötü başladı takım diyor. -Ne olur bu hafta? diye soruyor babam. -İşallah yenecez bu hafta diyor ardından -Kimle oynuyoruz? -Bursa -Bursayı yeneriz diyor. Ayrılıyoruz istemeye istemeye yanından.. Rüya gibi.. Lefter.. 
Başka da bişiy hatırlamıyorum o ada ziyaretiyle ilgili çünkü Lefterden sonra gerisi gereksiz bizim için büyükada ziyaretinin.. haa birde her "Fenerbahçeli Lefter Sokağı" tabelasının önünde fotoğrafımızı çekiyoruz kardeşimle birbirimizin...



O kötü haberi öğrenir öğrenmez kardeşimi arıyorum. Lefter ölür mü hiç -Lefter ölmüş diyebiliyorum -Nasıl ya? -Ölmüş.. -Kim diyor? diye soruyor bilader belki de skik sosyal medya kolpalarından biri olduğunu düşünerek. -Haberlerde söylediler diyorum. -Tamam diyor, ardından -Fotoğraf sende mi? diye soruyor. Sorana kadar hiç aklıma gelmemiş doğrusu o fotoğraf -İzmirde galiba diyorum. -Tamam diyor kapatıyoruz. Babamı arıyorum ardından.. -Hastaydı diyebiliyor.. -Çok üzme kendini hastaydı diyor. -Tamam diyebiliyorum ve kapatıyorum.. O an biliyorum üç ayrı şehirde  üçümüzün de gözlerinden yaşlar akıyor.. Tüm gece ağlıyorum. Sabaha karşı fotoğrafı bulup kardeşime yolluyorum. Onunda gözleri şişmiş ağlamaktan.. "allahtan kıymet bilen camiayız, o konuda hiç uktem yok, ölürken bile kolunda sarı lacivert bileklik var. tek üzüntüm, biz yine düzlüğe çıkacaz da o bu halleri görerek öldü." yazmış mailinde. Gözlerim doluyor yine..
Bitti kalem doldu defter, efsaneler ölmez Lefter!!










25 Şubat 2011 Cuma

bgn bn ny cldrmdn ?

Cep telefonlarının hayatımıza girdiği yıllar.. O yılların da ergenliğe denk gelmesi de bizim 80liler tayfasının şanssızlığı olsa gerek, şimdilerde "face"de yaşadığımız kimi sıkıntıları (bide feys denmiomu şu siteye kıl oluorum, hani ünlü birinin muabbeti olur da hayatında bir defa onunla aynı ortamda bulunmamış adam 40 yıllık dostu, yanında rahat rahat osurduğu kankasıymış gibi "oo Sezen çok vefalıdır böyle konularda" falan diye yanlızca adıyla hitap eder ya, bu "feys" muabbeti de bana öyle geliyo, babanın sitesimi? bu ne cıvıklık bu ne sahiplenme :) neyse..kapa parantez) , cep telefonunda yaşıyoduk. Bir kere "çaldırmak" diye bişey vardı. Gün içinde yakın arkadaşlar birbirini sebepsiz yere telefondan "çaldırırdı". Sende adab-ı muaşeret gereği cevaben geri çaldırırdın. Bu artık milli örf adet gelenek ananemiz olmuştu, uymayanlar bir daha çaldırılmayarak tam anlamıyla toplum dışına itilirdi :) Nice ergen dimağlar ne kavgalar ne kırgınlıklar yaşadı bu çaldırma muabbeti yüzünden. -Ya olm görmedim inan ki niye çaldırmiim abi görsem diyalogları, -bgn seni cldrdm sen geri cldrmdn :( tarzı sitemli smsler. Bi yandan da içten içe off azalarak bitsin nan bu olay diye düşünürken bi yandan da anam Deniz çaldırmış, hemen geri çaldıriim kafalarını da yaşamış bir birey olarak; off iyi yırtmışız, çabuk atlatmışız diyorum toplumcana. öptm, bye