22 Mart 2013 Cuma

Delta Machine: 35 yıllık kariyerin belkide en vasat albümü

(Selamlar hemen belirteyim, bu yazıyı yazdığım sırada Delta Machine henüz yeni çıkmış, 3 gündür dinleyicilerin beğenisine sunulmuştu. Bunu belirtme ihtiyacımın nedeni 3 günün bir devotee için yeterli süre olması diyebilirim. Keza 3 gün içerisinde albüm toplamda 8 defa döndü bazı şarkılar 15 ila 20 kez dinlenme sayısına ulaştı şimdiden.)


Bilindiği üzere grup son üç albümde produktör olarak Ben Hillier`le çalışıyor, Playing the Angel bana göre gerek şarkıları, gerek düzenlemeleri ile dinleyiciye daha önceki işlerden bi nebze farklılık sunan bi albümdü. Keza kemikleşmiş Depeche Mode dinleyicisi Devotee`lardan geçer not almış bir albüm. (Kişisel bi best of yap deseniz tüm şarkılar arasında bu albümden bi Dave Gahan bestesi olan Nothing`s Imposible kesin girer ilk 10`a. Ki çok kişi buna katılmasa da benim için 2001 çıkışlı Exiter`dan daha önde bi albümdür Playing the Angel.)



2009 çıkışlı Sounds of the Universe ise Alan Wilder sonrası dönemde en çok eleştiri alan Depeche Mode albümü oldu(Delta Machine`e kadar). Martin L. Gore`un kişisel müzik beğenisini rock sounddan elektroniğe kaydırması, bununla da kalmayıp albümün tamamında 20-30 yıllık analog synthesizerlar kullanması albüm öncesi devoteeleri yoğun derecede heyecanlandırsa da, aynı müzik aletlerini en son Alan Wilder döneminde dinleyen kitle albüm sonrası büyük hayal kırıklığına uğradı. Keza Sound of the Universe sound olarak hiç bir Alan Wilder dönemi albümünü yakalayamadı ve Alan Wilder dönemi sonrası en büyük eleştiriyi aldı dinleyicisinden.



Gelelim Delta Machine`e. Sanırım grup elemanları tüm bu eleştirileri de gözönünde bulundurup, Delta Machine kadrosuna süpriz bir isim kattılar. Delta Machine albümünün mixlerini bence kendi kişisel tarihlerinin en iyi iki albümü olan Violator ve Songs of Faith and Devotion albümlerinde Alan Wilder`la birlikte ortak produktörlüğü üstlenen Flood`a yaptırdılar. Keza bu Depeche Mode`u yakından takip edenler için gerçekten bir süpriz oldu. Bilindiği üzere sonucu Alan Wilder`ın ayrılmasına kadar varan Songs of Faith and Devotion  albümün kayıtları baya sorunlu geçmiş, Dave Gahan`ın uyuşturucu problemleri üzerine Martin L. Gore ve Alan Wilder arasında ki gerginlik grubun en sancılı kayıtlarını getirmiş. Sonuç müzik tarihinin belki de en iyi albümlerinden biri olmasına rağmen grup üzerinde derin bir yara açmıştı ve o tarihten beri beri grup Flood ile birlikte  çalışmamıştı.(2001 yılında Exiter albümünden Free Love için yaptığı mixi saymazsak). Flood gibi önemli bir produktörü ki hele hele Depeche Mode için çok daha önemli bir produktörü kadroda görmek kemik dinleyici için yine çok büyük heyecan yaratmakla birlikte albüm sonrası belki de hayal kırıklığını iki katı arttıran bir beklenti yaratmasına yardımcı oldu. Kadroda Flood`un olması da fayda etmemiş olacak ki; neredeyse aynı ses bankası kullanmışcasına Sound of the Universe ile Delta Machine arasında ki benzerlik büyük rahatsızlık yaratmakla birlikte büyük hayal kırıklığını da beraberinde getirmiş oldu. Depeche Mode ne yazık ki daha önce hiç yapmadığı bir şekilde; yeni albüm için yeni sound arama zahmetine girmemiş... Neredeyse 35 yıla varan kariyerde hep yeniyi denemiş olan grup ilk defa neredeyse bir önceki albümün aynısı bir soundla albüm yayınladı. Bu bir Devotee için gerçekten ama gerçekten büyük hayal kırıklığı. Delta Machine ile ilgili kişisel hayal kırıklıklarımdan bahsedecek olursam, albümde vasatın üstü şarkı olmaması, bana göre bu da bir ilk bir Depeche Mode albümü için; Heaven, Broken ve Should Be Higher dışında elle tutulur pek parça olmamakla birlikte iddia ediyorum bazıları, tarihin en kötü Depeche Mode şarkıları olabilir diye düşünüyorum. (şimdi şarkı ismi verip rencide etmeyim sevenleri ama hangileri olduğunu az çok tahmin etmişsinizdir diye düşünüyorum :) kapa parantez). Bu albümle ilgili ikinci hayal kırıklığım ise ilk defa bir Depeche Mode albümünden bir şarkı düzenlemesi canlı versiyonuna göre zayıf kalmış. Evet genelde Depeche Mode canlı performansı üst düzeyde tutan bir gruptur ama en büyük alengiri stüdyoda çevirmeyi sever. Mesela Should Be Higher`ın canlı versiyonunu dinledikten sonra , albümde iyice yardırılmış bir düzenleme bekledim doğal olarak, ama ne yazık ki ilk defa albüm düzenlemesi bana tatmin edici gelmedi.



Uzun lafın kısası son üç albümde produktör olarak Ben Hillier ile çalışan Depeche Mode için kişisel görüşüm grupla ve büyük ölçüde Martin L. Gore ile gerektiği zaman çarpışabilecek bir prodüktörün eksikliğinin hissediliyor olması. Bunu daha önce Flood ile beraber yıpranma pahasına yapan Alan Wilder`in geri dönmesi tabi ki şu an imkansız gibi gözükse de içimden bir ses bu mucizenin uzakta olmadığını fısıldıyor( bakınız: Ahmet Çakar tarzı önermede bulunmak). Eğer o mucize gerçekleşmezse bir sonraki albümde prodüktör değişimine ihtiyacı var grubun diye düşünüyorum. Hatta bir adım ileri taşıyarak o koltukta Danger Mouse`u görmek istediğimi burdan açık ve net olarak belirtiyorum. Nedense düzenlemelerini Depeche Mode`a çok yakıştırıyorum, hatta şu sıra u2 ile albüm kaydediyomuş Dave Gahan ve Bono`nun kankalığı belki de bu olasılığı arttırır. Son olarak  abi bu Andy Fletcher ne iş yapar arkadaş bi kişi çıksın anlatsın dinlemeye hazırım :) 

Oha bu arada ne çok keza ve zira kullanmışım arkadaş... Sürçilisan ettiysem affola...

Son olarak zahmet edip okuduğun için sana ayrıca teşekkürler ediyorum. Enjoy.

Colorizing


Bu ara can sıkıntısından feci şekilde renklendirmeye sardım, mouse ile uygulaması biraz zor ve hatalara açık olsa da zevkli bi meşgale :P

photographic pictures


3 Mart 2013 Pazar

Ben Jack`in 30 yaş bunalımıyım...


20`li yaşlarında kitaplarda, filmlerde veyahut etrafında; öyle olmaya özendiğin doğru olduğuna inandığın tüm değerlerin altüst olduğuna şahit olunan yaş benim 30`uma denk geliyor.  Ne garip ki aynı 30 yaş birçokları için "hayatın tadını çıkardığım yaş”  gibisinden şeyleri söylemek için yarıştığı, yarışacağı aralığa denk gelse de; hayatın basit, beş para etmez bir yarış olduğunu 30'uma gelince anladım. Vurabildiği noktaya yumruk atmak için yarışan insanlar, sokaktan iş yerine kadar egoizmin doruklarında, karşısındakine laf sokmak onların zayıflığını kollarken bir yandan da hayatın güzelliklerinden tat almaktan dem vurmak, yani yeni nesil insan olmak bir güzellik ise; bu bana güzel gelmiyor. Mutsuzluktan başka birşey getirmiyor hatta.
Peki bu mutsuzluğun sebebi sadece yaşanılan tabiat olabilir mi? Tabi ki olamaz.  Daha önce varolmayan arızalar, komplekslerin patlaması. kıskançlık, haset, insanlardan nefret etmek, onlara duyduğun güven hissinin kaybolması, hiçbir şeye katlanamamak, kaçmak, surat görmeden selam duymadan kaçmak. Tüm bunların aynı zaman dilimine denk gelmesi işte mutsuzluk. Merhaba ben Jack`in hiç bir yere yollayamadığı depresyonuyum!
Genellikle 30 yaşına geldikten sonra, sosyal yaşamda başarısız bir insanın gerçek hayatta da başarısız olduğuna şahit oluruz. Bu arada erkekler adına konuşuyorum zira bilemeyeceğim için 30 yaşında bir kadının genel özelliklerini, onları bağlamıyor bütün bu söylediklerim. Neyse başarı diyorduk; başarı da 30 yaşının kalitesini belirleyen bir unsur. Yani sen ne yaparsan yap, maddi eksiklikler üzerinden başarısız bir insan olduğun için yargılanıyorsun. Araban yoksa, birikimin yoksa, bir defa ortalama insanların hepsinin gözünde daha değersiz bir yere oturtuluyorsun. Ortalama insandan kastım da okumuş, üniversite mezunu adamlar/kadınlar sözde. Çoğunluğu da geri kalmış bir kültürün içinde başkalarının sırtına çıkarak ve yarışarak mutlu olmaya çalışan karaktersiz, kötü niyetli insanlar... 30 yaşına geldiğinde, gençliğin laneti üzerine çöküyor. Kadınlarla ilişki, bir adamın başarılarının en önemli bileşenlerinden biridir mesela. Sen karakterli biri olsan da olmasan da, zekandan bağımsız olarak sosyal becerilerin ve sosyal yaşamın her şeyin üzerine çıkıyor. İşte bu nokta da bu kriterlere bağımlı başarısızlığın belasını kabullenme ya da intihar etme, en azından bir süreç olarak ölüm, bu yaşlarda haftada 3-4 defa görülen garip rüyalar olarak tezahür eder. Yine belirteyim ki tüm bunlar gençliğini de yalnız yaşayarak tek başına ayakta duran erkek ademoğlu gözönüne bulunarak yazılmıştır. Çünkü tecrübeler şunu gösteriyor, 30 yaşına kadar ailesiyle yaşayan insanlar aslında bir şekilde insan içinde olmanın yarattığı süspansiyon etkisiyle sakinleşebiliyor. Fakat uzunca bir süredir yalnız bir evde, götiçi kadar bir yerde yaşayan bir insan için algının bozulmaması mümkün değil. Sonuçta düşünsene, canın sıkılıyor, evde boş saatlerini uğraşlara vererek, müzik dinleyerek, film izleyerek  ya da bir şeyler okuyarak geçiriyorsun ama yine de boş vaktin var. İnternettesin, facebook, twitter, ekşisözlük, haber ve meteoroloji sitelerine bakmak rutin bir hale dönüşüyor. Yozlaşmaya dışarıdan bakabiliyorsun, ya da onlar normal kalmışken sen yozlaşmışsın bu da bi bakış açısı ama sonuçta onlardan bir yerden sonra ayrıldığın bir yerdesin. İnsanların hayvani bir güdüyle  birbirlerini mizahla karışık bir aşağılama noktasında tanımladığı ya da nispet maksatlı facebook'a konan aptal fotorafların bu bilince etkisi var. En nihayetinde "ne yapıyorum lan, ben neredeyim" sorusunun cevabı, mide kanseri olmaya, hiç olmadı ülser hadi bilemedin gastrit olmaya yetecektir (ben Jack`in yıllardır delinen gastrit hastası midesiyim).
Velhasıl; kadınsız geçen bir yaşam, başarısız bir iş dönemi, mutsuzluk ve yalnızlık, fakat bunların hiçbirisi az sonra yazacaklarım kadar yoğun bir negatif elektriğe, etkiye sahip değil. 30 yaşına gelince insan; insana olan güvenini yitirebiliyor. Çünkü inandığın etiğin aslında ne kadar azınlık bir kesime hitap ettiğini, çok az sayıda bir kesim için anlamlı olup geri kalan için anlamsız olduğunu anlıyorsun. Bu koyuyor insana, yani herkesin kendini kanıtlamak için yarıştığı, insanların beraber olduğu kadınlardan "kaşar" diye bahsedip hafif de abartarak hikayelere dönüştürdüğünü görmek, herkesin "en iyisini ben bilirim" havalarında, bir kadife ceket, kalın kemikli gözlük, iki amerikan filmi karakteri tribi ile kendini adam sandığını anlamak, adamlığın toplumun çok küçük bir kısmı tarafından sindirildiğini idrak etmek ve aşık olduğun kadınların da işte bu adamları seçip, bu adamlarla çiftleşip sonucunda yuva kurduğunu düşünmek, insana "nasıl iğrenç bir toplumun içinde hapis yaşıyorum" sorusunu sormaya itiyor. Bir de mutsuzluğun, yalnızlığın içinde, insanların senden evlilik beklentisiyle konuşması, sen daha hiç yaşamadan insanların senden bir yaşam beklemesi, pehh yapmayın ama... Konuştuğun kadınların sana saf bir gözle değil, seni en kısa sürede analiz ederek sana paha biçmesi, para, araba, geçmiş kadınlar, çapkınlık, iş hayatı, gelecek vadetmesi gibi iğrenç kriterlere göre adam yerine koymaları ya da koymamaları. Bütün bunlar insanda derin sosyolojik ve psikolojik arızalar ve bir ton kompleks yaratıyor. Bunlar gerçekten yapayalnız, dokunmadan, sevmeden yani hayattan hiç beslenmeden katlanılamayacak şeyler. Ben katlanamıyorum. O yüzden son kalan seçenek yaşama sıfırdan başlamak ve bu ıstıraba son vermek gibi gözüküyo. Zaten topluluğa göre oyundışındasın, o halde buralarda kalıp, mutsuzluk ve kıskançlıkla, hasede dönüşmüş hastalıklı düşüncelerle daha fazla kendini aşağılattırmanın ne manası var. En nihayetinde 10 senede herhangibir Dostoyevski romanının iğrenç bir şarlatanına dönüşme riskin var. Gerçi insanlığın “i”sinin okunmadığı dönemde de kimin ne olduğunun ne ne önemi varsa... Merhaba ben Jack`in nurtopu gibi 30 yaş kriziyim...