15 Kasım 2013 Cuma
7 Temmuz 2013 Pazar
Akrebin Gözleri
Binlerce yıllık insanoğlu yaşanmışlığının, irfanının birikimidir sanat. 300 yıl önce bir tasvir yapar sanatçı, 300 sene sonra sen hayatından parçaları tek tek ellerinle toplarsın o eserden. Bu yüzdendir zalimlerin sanattan kaçışı, bu büyük irfandan uzak durmasını isterler yönettiklerinin.
Son günlerde o kadar çok hayatımızda ki akrepler, tomanın küçük şeytan kardeşi. Dün yine -arkadaşlarımızı akrebe aldılar mesajı gördükten sonra facebook üzerinde, istemsizce dilime dolandı şarkı. Sözlerine tekrar kulak kabarttığımda ise faşist iktidarın, polis devletinin günümüzde yansımasının tasviri üzerine yazılmış gibi sanki tüm şarkı. Of ki of. Halkının yanında değil de, belirli bir zümrenin koruyuculuğuna soyunan kolluk kuvvetlerine Erkin Baba`dan bir ayar niteliğinde bundan sonra benim için bu şarkı. Dedik ya sanat böyledir işte.
Erkin koray öyle bir zalim tasviri, kin dolu, intikam peşinde olan bir karakter üzerinden anlatmış ki şarkıyı gel de sokakla, geziyle bağdaştırma arkadaş. Önce nefes aldırmayan, intikamı için fırsat kollayan akrebi tasvir etmiş, anlatıcı olarak olayın vahametinin altını çizmiş, ardından insanın olduğu yerde umudun hep olacağından, hiç bir intikamcıdan korkmadığının, kendisinin de gözlerinin akrebin üzerinde olduğunu belirtmiş. Bir nevi akıllı ol ayağını denk al bundan sonra demiş Erkin Baba.
Şarkının son dörtlüğünde anlaşılacağı üzere Akrebin Gözleri`nin aslında zaman olduğunu, zalim acımasız ve intikamcının aslında hayat olduğunu anlatır bu şarkıda Erkin Koray, ancak günümüzde zamandan ve hayattan daha acımasız, daha intikamcı yönetenler ve daha da acısı yönetilenler olması. Üstüne bir acı daha bizim de bunlarla aynı toplumda yaşama zorunluluğunun dayatılması. Hepimiz için sabır dilemekten başka birşey gelmiyor elimden.
Buyrunuz şarkı;
Buyrunuz sözleri;
akrebin gözleri her an üstümde sanki
akrebin gözleri öyle yaman ki
öylece bakıyor hiç göz kırpmadan
bekliyor beni kımıldamadan
bekliyor beni kımıldamadan
akrebin gözleri akrebin akrep
hainlikle dolu boşalan bakışları
sanki bitmez bir kin, nefret soluyor
yavaş yavaş yandan yaklaşışları
belli ki küçük bir fırsat kolluyor
sen oradasın, ben buradayım
sanma ki ben korkulardayım
bundan böyle ben kuşkulardayım
akrebin gözleri akrebin akrep
akrebin gözleri zaman böyle geçerken
bekleme boşuna bekleme beni
bir yerlerden gelip bir de giderken
var olmak yok olmak ne farkeder ki
akrebin gözleri öyle yaman ki
öylece bakıyor hiç göz kırpmadan
bekliyor beni kımıldamadan
bekliyor beni kımıldamadan
akrebin gözleri akrebin akrep
hainlikle dolu boşalan bakışları
sanki bitmez bir kin, nefret soluyor
yavaş yavaş yandan yaklaşışları
belli ki küçük bir fırsat kolluyor
sen oradasın, ben buradayım
sanma ki ben korkulardayım
bundan böyle ben kuşkulardayım
akrebin gözleri akrebin akrep
akrebin gözleri zaman böyle geçerken
bekleme boşuna bekleme beni
bir yerlerden gelip bir de giderken
var olmak yok olmak ne farkeder ki
Etiketler:
Akrebin Gözleri,
Akrep,
Direniş,
Erkin Koray,
Faşizm,
Gezi Parkı,
Müzik,
Polis,
Sanat
22 Mart 2013 Cuma
Delta Machine: 35 yıllık kariyerin belkide en vasat albümü
(Selamlar hemen belirteyim, bu yazıyı yazdığım sırada Delta Machine henüz yeni çıkmış, 3 gündür dinleyicilerin beğenisine sunulmuştu. Bunu belirtme ihtiyacımın nedeni 3 günün bir devotee için yeterli süre olması diyebilirim. Keza 3 gün içerisinde albüm toplamda 8 defa döndü bazı şarkılar 15 ila 20 kez dinlenme sayısına ulaştı şimdiden.)
Bilindiği üzere grup son üç albümde produktör olarak Ben Hillier`le çalışıyor, Playing the Angel bana göre gerek şarkıları, gerek düzenlemeleri ile dinleyiciye daha önceki işlerden bi nebze farklılık sunan bi albümdü. Keza kemikleşmiş Depeche Mode dinleyicisi Devotee`lardan geçer not almış bir albüm. (Kişisel bi best of yap deseniz tüm şarkılar arasında bu albümden bi Dave Gahan bestesi olan Nothing`s Imposible kesin girer ilk 10`a. Ki çok kişi buna katılmasa da benim için 2001 çıkışlı Exiter`dan daha önde bi albümdür Playing the Angel.)
2009 çıkışlı Sounds of the Universe ise Alan Wilder sonrası dönemde en çok eleştiri alan Depeche Mode albümü oldu(Delta Machine`e kadar). Martin L. Gore`un kişisel müzik beğenisini rock sounddan elektroniğe kaydırması, bununla da kalmayıp albümün tamamında 20-30 yıllık analog synthesizerlar kullanması albüm öncesi devoteeleri yoğun derecede heyecanlandırsa da, aynı müzik aletlerini en son Alan Wilder döneminde dinleyen kitle albüm sonrası büyük hayal kırıklığına uğradı. Keza Sound of the Universe sound olarak hiç bir Alan Wilder dönemi albümünü yakalayamadı ve Alan Wilder dönemi sonrası en büyük eleştiriyi aldı dinleyicisinden.
Gelelim Delta Machine`e. Sanırım grup elemanları tüm bu eleştirileri de gözönünde bulundurup, Delta Machine kadrosuna süpriz bir isim kattılar. Delta Machine albümünün mixlerini bence kendi kişisel tarihlerinin en iyi iki albümü olan Violator ve Songs of Faith and Devotion albümlerinde Alan Wilder`la birlikte ortak produktörlüğü üstlenen Flood`a yaptırdılar. Keza bu Depeche Mode`u yakından takip edenler için gerçekten bir süpriz oldu. Bilindiği üzere sonucu Alan Wilder`ın ayrılmasına kadar varan Songs of Faith and Devotion albümün kayıtları baya sorunlu geçmiş, Dave Gahan`ın uyuşturucu problemleri üzerine Martin L. Gore ve Alan Wilder arasında ki gerginlik grubun en sancılı kayıtlarını getirmiş. Sonuç müzik tarihinin belki de en iyi albümlerinden biri olmasına rağmen grup üzerinde derin bir yara açmıştı ve o tarihten beri beri grup Flood ile birlikte çalışmamıştı.(2001 yılında Exiter albümünden Free Love için yaptığı mixi saymazsak). Flood gibi önemli bir produktörü ki hele hele Depeche Mode için çok daha önemli bir produktörü kadroda görmek kemik dinleyici için yine çok büyük heyecan yaratmakla birlikte albüm sonrası belki de hayal kırıklığını iki katı arttıran bir beklenti yaratmasına yardımcı oldu. Kadroda Flood`un olması da fayda etmemiş olacak ki; neredeyse aynı ses bankası kullanmışcasına Sound of the Universe ile Delta Machine arasında ki benzerlik büyük rahatsızlık yaratmakla birlikte büyük hayal kırıklığını da beraberinde getirmiş oldu. Depeche Mode ne yazık ki daha önce hiç yapmadığı bir şekilde; yeni albüm için yeni sound arama zahmetine girmemiş... Neredeyse 35 yıla varan kariyerde hep yeniyi denemiş olan grup ilk defa neredeyse bir önceki albümün aynısı bir soundla albüm yayınladı. Bu bir Devotee için gerçekten ama gerçekten büyük hayal kırıklığı. Delta Machine ile ilgili kişisel hayal kırıklıklarımdan bahsedecek olursam, albümde vasatın üstü şarkı olmaması, bana göre bu da bir ilk bir Depeche Mode albümü için; Heaven, Broken ve Should Be Higher dışında elle tutulur pek parça olmamakla birlikte iddia ediyorum bazıları, tarihin en kötü Depeche Mode şarkıları olabilir diye düşünüyorum. (şimdi şarkı ismi verip rencide etmeyim sevenleri ama hangileri olduğunu az çok tahmin etmişsinizdir diye düşünüyorum :) kapa parantez). Bu albümle ilgili ikinci hayal kırıklığım ise ilk defa bir Depeche Mode albümünden bir şarkı düzenlemesi canlı versiyonuna göre zayıf kalmış. Evet genelde Depeche Mode canlı performansı üst düzeyde tutan bir gruptur ama en büyük alengiri stüdyoda çevirmeyi sever. Mesela Should Be Higher`ın canlı versiyonunu dinledikten sonra , albümde iyice yardırılmış bir düzenleme bekledim doğal olarak, ama ne yazık ki ilk defa albüm düzenlemesi bana tatmin edici gelmedi.
Uzun lafın kısası son üç albümde produktör olarak Ben Hillier ile çalışan Depeche Mode için kişisel görüşüm grupla ve büyük ölçüde Martin L. Gore ile gerektiği zaman çarpışabilecek bir prodüktörün eksikliğinin hissediliyor olması. Bunu daha önce Flood ile beraber yıpranma pahasına yapan Alan Wilder`in geri dönmesi tabi ki şu an imkansız gibi gözükse de içimden bir ses bu mucizenin uzakta olmadığını fısıldıyor( bakınız: Ahmet Çakar tarzı önermede bulunmak). Eğer o mucize gerçekleşmezse bir sonraki albümde prodüktör değişimine ihtiyacı var grubun diye düşünüyorum. Hatta bir adım ileri taşıyarak o koltukta Danger Mouse`u görmek istediğimi burdan açık ve net olarak belirtiyorum. Nedense düzenlemelerini Depeche Mode`a çok yakıştırıyorum, hatta şu sıra u2 ile albüm kaydediyomuş Dave Gahan ve Bono`nun kankalığı belki de bu olasılığı arttırır. Son olarak abi bu Andy Fletcher ne iş yapar arkadaş bi kişi çıksın anlatsın dinlemeye hazırım :)
Oha bu arada ne çok keza ve zira kullanmışım arkadaş... Sürçilisan ettiysem affola...
Oha bu arada ne çok keza ve zira kullanmışım arkadaş... Sürçilisan ettiysem affola...
Son olarak zahmet edip okuduğun için sana ayrıca teşekkürler ediyorum. Enjoy.
Etiketler:
Alan Wilder,
Ben Hillier,
Broken,
Danger Mouse,
Dave Gahan,
Delta Machine,
depeche mode,
Heaven,
Martin L. Gore,
Music,
Playing the Angel,
Should Be Higher,
Sounds of the Universe
Colorizing
Bu ara can sıkıntısından feci şekilde renklendirmeye sardım, mouse ile uygulaması biraz zor ve hatalara açık olsa da zevkli bi meşgale :P
3 Mart 2013 Pazar
Ben Jack`in 30 yaş bunalımıyım...
20`li yaşlarında kitaplarda, filmlerde veyahut etrafında;
öyle olmaya özendiğin doğru olduğuna inandığın tüm değerlerin altüst olduğuna
şahit olunan yaş benim 30`uma denk geliyor.
Ne garip ki aynı 30 yaş birçokları için "hayatın tadını çıkardığım
yaş” gibisinden şeyleri söylemek için
yarıştığı, yarışacağı aralığa denk gelse de; hayatın basit, beş para etmez bir
yarış olduğunu 30'uma gelince anladım. Vurabildiği noktaya yumruk atmak için
yarışan insanlar, sokaktan iş yerine kadar egoizmin doruklarında, karşısındakine
laf sokmak onların zayıflığını kollarken bir yandan da hayatın güzelliklerinden
tat almaktan dem vurmak, yani yeni nesil insan olmak bir güzellik ise; bu bana
güzel gelmiyor. Mutsuzluktan başka birşey getirmiyor hatta.
Peki bu mutsuzluğun sebebi sadece yaşanılan tabiat olabilir
mi? Tabi ki olamaz. Daha önce varolmayan
arızalar, komplekslerin patlaması. kıskançlık, haset, insanlardan nefret etmek,
onlara duyduğun güven hissinin kaybolması, hiçbir şeye katlanamamak, kaçmak,
surat görmeden selam duymadan kaçmak. Tüm bunların aynı zaman dilimine denk
gelmesi işte mutsuzluk. Merhaba ben Jack`in hiç bir yere yollayamadığı
depresyonuyum!
Genellikle 30 yaşına geldikten sonra, sosyal yaşamda
başarısız bir insanın gerçek hayatta da başarısız olduğuna şahit oluruz. Bu
arada erkekler adına konuşuyorum zira bilemeyeceğim için 30 yaşında bir kadının
genel özelliklerini, onları bağlamıyor bütün bu söylediklerim. Neyse başarı
diyorduk; başarı da 30 yaşının kalitesini belirleyen bir unsur. Yani sen ne
yaparsan yap, maddi eksiklikler üzerinden başarısız bir insan olduğun için
yargılanıyorsun. Araban yoksa, birikimin yoksa, bir defa ortalama insanların
hepsinin gözünde daha değersiz bir yere oturtuluyorsun. Ortalama insandan
kastım da okumuş, üniversite mezunu adamlar/kadınlar sözde. Çoğunluğu da
geri kalmış bir kültürün içinde başkalarının sırtına çıkarak ve yarışarak mutlu
olmaya çalışan karaktersiz, kötü niyetli insanlar... 30 yaşına geldiğinde,
gençliğin laneti üzerine çöküyor. Kadınlarla ilişki, bir adamın başarılarının
en önemli bileşenlerinden biridir mesela. Sen karakterli biri olsan da olmasan
da, zekandan bağımsız olarak sosyal becerilerin ve sosyal yaşamın her şeyin
üzerine çıkıyor. İşte bu nokta da bu kriterlere bağımlı başarısızlığın belasını
kabullenme ya da intihar etme, en azından bir süreç olarak ölüm, bu yaşlarda
haftada 3-4 defa görülen garip rüyalar olarak tezahür eder. Yine belirteyim ki
tüm bunlar gençliğini de yalnız yaşayarak tek başına ayakta duran erkek
ademoğlu gözönüne bulunarak yazılmıştır. Çünkü tecrübeler şunu gösteriyor, 30
yaşına kadar ailesiyle yaşayan insanlar aslında bir şekilde insan içinde
olmanın yarattığı süspansiyon etkisiyle sakinleşebiliyor. Fakat uzunca bir
süredir yalnız bir evde, götiçi kadar bir yerde yaşayan bir insan için algının
bozulmaması mümkün değil. Sonuçta düşünsene, canın sıkılıyor, evde boş
saatlerini uğraşlara vererek, müzik dinleyerek, film izleyerek ya da bir şeyler okuyarak geçiriyorsun ama
yine de boş vaktin var. İnternettesin, facebook, twitter, ekşisözlük, haber ve
meteoroloji sitelerine bakmak rutin bir hale dönüşüyor. Yozlaşmaya dışarıdan
bakabiliyorsun, ya da onlar normal kalmışken sen yozlaşmışsın bu da bi bakış
açısı ama sonuçta onlardan bir yerden sonra ayrıldığın bir yerdesin. İnsanların
hayvani bir güdüyle birbirlerini mizahla
karışık bir aşağılama noktasında tanımladığı ya da nispet maksatlı facebook'a
konan aptal fotorafların bu bilince etkisi var. En nihayetinde "ne
yapıyorum lan, ben neredeyim" sorusunun cevabı, mide kanseri olmaya, hiç
olmadı ülser hadi bilemedin gastrit olmaya yetecektir (ben Jack`in yıllardır delinen gastrit hastası midesiyim).
Velhasıl; kadınsız geçen bir yaşam, başarısız bir iş dönemi,
mutsuzluk ve yalnızlık, fakat bunların hiçbirisi az sonra yazacaklarım kadar
yoğun bir negatif elektriğe, etkiye sahip değil. 30 yaşına gelince insan;
insana olan güvenini yitirebiliyor. Çünkü inandığın etiğin aslında ne kadar
azınlık bir kesime hitap ettiğini, çok az sayıda bir kesim için anlamlı olup
geri kalan için anlamsız olduğunu anlıyorsun. Bu koyuyor insana, yani herkesin
kendini kanıtlamak için yarıştığı, insanların beraber olduğu kadınlardan
"kaşar" diye bahsedip hafif de abartarak hikayelere dönüştürdüğünü
görmek, herkesin "en iyisini ben bilirim" havalarında, bir kadife
ceket, kalın kemikli gözlük, iki amerikan filmi karakteri tribi ile kendini
adam sandığını anlamak, adamlığın toplumun çok küçük bir kısmı tarafından
sindirildiğini idrak etmek ve aşık olduğun kadınların da işte bu adamları
seçip, bu adamlarla çiftleşip sonucunda yuva kurduğunu düşünmek, insana
"nasıl iğrenç bir toplumun içinde hapis yaşıyorum" sorusunu sormaya
itiyor. Bir de mutsuzluğun, yalnızlığın içinde, insanların senden evlilik
beklentisiyle konuşması, sen daha hiç yaşamadan insanların senden bir yaşam
beklemesi, pehh yapmayın ama... Konuştuğun kadınların sana saf bir gözle değil,
seni en kısa sürede analiz ederek sana paha biçmesi, para, araba, geçmiş
kadınlar, çapkınlık, iş hayatı, gelecek vadetmesi gibi iğrenç kriterlere göre
adam yerine koymaları ya da koymamaları. Bütün bunlar insanda derin sosyolojik
ve psikolojik arızalar ve bir ton kompleks yaratıyor. Bunlar gerçekten
yapayalnız, dokunmadan, sevmeden yani hayattan hiç beslenmeden katlanılamayacak
şeyler. Ben katlanamıyorum. O yüzden son kalan seçenek yaşama
sıfırdan başlamak ve bu ıstıraba son vermek gibi gözüküyo. Zaten topluluğa göre oyundışındasın, o halde buralarda kalıp, mutsuzluk ve kıskançlıkla, hasede dönüşmüş
hastalıklı düşüncelerle daha fazla kendini aşağılattırmanın ne manası var. En
nihayetinde 10 senede herhangibir Dostoyevski romanının iğrenç bir şarlatanına dönüşme
riskin var. Gerçi insanlığın “i”sinin okunmadığı dönemde de kimin ne olduğunun ne ne önemi
varsa... Merhaba ben Jack`in nurtopu gibi 30 yaş kriziyim...
2 Şubat 2013 Cumartesi
El Sistema
El Sistema... Öncelikle ilk defa duyanlar için özet geçmek
gerekirse; Venezüela devletinin 1975
yılından beri uyguladığı,“Venezüela ulusal genç ve çocuk orkestraları ağı”
olarak adlandırılan bir devlet politikası. Bir ekonomist ve müzisyen olan Jose Antonio Abreu`nun tohumlarını attığı, geliştirdiği
ve sürekli gelişmekte olan bir sistem. Merkezinde müzik ve çocuklar var. Devlet
politikası olarak, tüm masrafları (müzik aletleri, yemek vs. dahil) Venezüela
devletine ait olmakla birlikte “gönüllü” çocuklara anaokulundan itibaren klasik
müzik eğitimi veriliyor ve bunlardan her yaş grubunda orkestralar kuruluyor.
Yüzde 70 ila 90`ı fakir ailelerin çocuklarının oluşturduğu sistem temel olarak müzik eğitimini hedefliyor gibi görünse de, sonuçları hiç de öyle değil. Yılda
350000 çocuğun ve gencin aktif olarak içinde bulunduğu El Sistema Venezüela`nın
genç nesilini küçük yaşta “işleyerek” suçtan uzak tutuyor, inanılmaz bir klasik müzik eğitiminin yanında
bunun getirileri olarak, analitik düşünme yeteneği, ekip olarak çalışabilme
yetisi , sosyal ve kendine güveni olan, yani mental olarak sağlıklı bir nesil
yetiştiriyor.
El Sistema`nın tüm bu mental açıdan sağlıklı genç nesil
amacının bir meyvesi daha var. “Simon
Bolivar Symphony Orchestra” . Ulusal genç ve çocuk orkestralarından mezun olan
yetenekli çocuklar da Venezüela halk kahramanı Simon Bolivar`dan adını alan
dünyaca ünlü Simon Bolivar Senfoni Orkestrasına yükseliyor. Orkestranın
şefliğini, yine bir El Sistema meyvesi olan dünyaca ünlü şef Gustavo Dudamel
yapıyor. El Sistema, Jose Antonio Abreu,
Simon Bolivar Symphony Orchestra ve Gustavo
Dudamel ile ilgili daha fazla bilgi için buyrun wiki sayfası.
2011 yılında İksv gerçekten büyük iş yaptı ve El Sistema - Simon
Bolivar Senfoni Orkestrasını İstanbul`a getirdi. İksv için hazırladığım bu
videoda, 13 dakika içinde El Sistemayı anlatmaya çalıştık. Anaokulu
seviyesinde, önce maket enstrümanlarla müzik aletlerini tutmayı öğrenen
çocuklardan, yaş grupları ilerledikçe kurulan orkestralara ve gösterdikleri gelişimi gözlemleyebildiğimiz
içerikte, son olarak da El Sistema`nın en güzel meyvesi Simon Bolivar Senfoni
Orkestrasını izleyecez. Özet geç derseniz size ne kadar fakir de olsalar dünyaya
güzel çocuklar ve gelecekler yetiştiren Venezüelaya imrenmemek elde değil derim.
23 Ocak 2013 Çarşamba
Ederlezi Avela
"işte
geldi, anne,
bir
kara tren.
işte
geldi, anne,
bir
kara sabah."
Kusturica;
modern, rasyonel bir düzenli hayat yerine kaotik yani düzensiz bir
belirsizliği, hayatın bir şenlik olarak yaşanmasını, doğadan kopmamış bir
hayata duyulan özlemin temsilcisi olarak Çingenlerin yaşamını,
toplulukçu-dayanışmacı değerleri karnavallaşmış bir anlatım üslubu ile
seyirciye sunar. Savaşın, şiddetin, milliyetçiliğin, dinlerin ve ideolojilerin
saçmalığını sürekli olarak öne çıkartır. Slav halklarının yerel kültürünü
modernist bir tarzda gözler önüne sererken, genellikle tipik özellikleri öne
çıkan ayyaş, üçkağıtçı, hırsız, madrabaz, deli, saf, buna karşılık tezat
şekilde de son derece gelişkin insancıl özelliklere sahip ama hepsi de modern
toplumun meşruluk sınırları dışında yaşayan gülünç karakterler kullanır
öykülerinde. Aslında biraz Chaplin`in Şarlo`su, biraz Kemal Sunal`ın Şaban`ı
gibidir karakterleri bana göre. Toplumun iyi ve kötü olarak ayrıştırdığı
özelliklerini barındırır içinde. Gerçi bu sıraladığım film dili yüzünden Zizek
tarafından ağır bir şekilde eleştirilip, paparalanmıştır. Zizek;
"bence Emir Kusturica, Batı'ya Balkanlarda görmek istediği şeyi gösterdi. İnsanların seviştiği, sürekli kafa çekip sızdığı delirmiş bir coğrafya. Bu Batı'nın Balkan miti işte. Kusturica, sert, harbi bir balkan erkeği rolü oynuyor. Ama bence batı dünyasının şaklabanı o. Batı dünyasının Yugoslavya'da olanları yanlış anlamasına katkıda bulundu." cümlelerini kurmuş Kusturica için. Her ne kadar kişisel olarak; hele ki son on yılda daha önce anlattığı tüm hikayelere ters düşercesine siyasi bağlamda tezat oluştururcasına çark eden Kusturica hakkında Zizek`e katıldığım noktalar olsa da, bir film anlatıcısı olarak Kusturica ve özellikle de Çingeneler Zamanı benim için çok özel bir yere sahip.
Bu videoda kullandığım parça filmde önemli bir yere sahip olmasına rağmen
orjinal soundtrack`te bulunmayan bir şarkı. Ederlezi Avela. Bir Yugoslavya halk
şarkısı, Alo Mange Liloro olarak da biliniyor. Filmin önemli iki sahnesinde
duyuyoruz bu şarkıyı, Perhan ve kardeşi İtalya`ya tedavi için yola
koyulduklarında büyük annelerinden (Khaditza) ayrılırken ve ikinci olarak tabi
ki filmin en etkileyici ve meşhur sahnelerinden biri olan meyhane sahnesinde.
Bu sahne genel olarak filmin küçük bir projeksiyonu gibi bi bakıma, müziğin
acının bir tezahürü olarak karşımıza çıkması, filmin geneline de özenle
serpilmiş bir anlatım.
Neyse kısa kes diyorsunuzdur yavaş yavaş. Özet geçecek olursam;
çok sevdiğim bir yönetmenin, çok sevdiğim bir filminin, en çok sevdiğim
sahnesini iskelet olarak aldığım bir
kolaj bir tribute video izleyeceksiniz efenim. Filmi izlemeyenler için
bir takım ,ekşici piç ifadesiyle, spoilerlar içerebilir. Dikkatinize!!!!.
Ayrıca hayatlarını kaybeden ana karakter Perhan`ı oynayan Davor
Dujmovic, büyükanne Kaditza`yı oynayan Ljubica Adzovic(ki kendisi filmin
çekildiği köyün sakinlerinden ve profesyonel oyuncu olmamasına rağmen inanmaz
bir performans sergilemiş ve Kusturica tarafından Çingeneler Zamanı filminden
10 yıl sonra Kara Kedi Ak Kedi filminde de başrol verilmiştir) ve benim de 2007
yılında beraber çalışma şansı bulduğum, bu kadar gerçeküstü öğeler taşıyan filmin bu kadar gerçekçi bir anlatıma sahip olmasında yarattığı atmosfer ile büyük emeği geçen görüntü yönetmeni Vilko Filac
için de bu satırları yazdığım sırada kadehimi kaldırmak istiyorum. Toprakları
bol olsun... Umarım şarkıda da dediği gibi hepimizi bir kara tren ve
sevenlerimizi bir kara sabahın beklediği yerde huzurludurlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)